YUVALUNA | GİZEM ONAY

İnsanlık, varlığından bu yana çevresinde gördüğü her şeyi tanımlama ve sınıflandırma eğilimde olmuştur. Doğayı sınıflandırdığında fayda sağlayan ya da tehlikelere karşı kendini koruyabilen insan, sosyal ve ekonomik gelişmeler gösterdikçe, iktidar ve hiyerarşi ilişkilerinden yola çıkarak diğer bireyleri yaş, cinsiyet, ırk veya sosyal statüsüne göre sınıflandırmıştır. Bunun sebebi, toplumsal düzende artık herkesin bir görevi ve sorumluluğu olması gerektiği düşüncesinden gelir.

Bir bebek doğduğunda, genital organlarına bakılarak cinsiyetine karar verilir. Bebek biyolojik olarak dişi ya da erkektir (veya interseks dediğimiz iki üreme sisteminin de bir arada olduğu doğum varyasyonuna sahiptir), fakat bebek doğar doğmaz atanan bu cinsiyete bağlı olarak büyütülür ve toplumun ondan beklediği görev ve sorumluluklara uygun olarak yaşaması istenir. Yani cinsiyet, anatomik bir özelliğin tanımlanmasından ileri gelir; biyolojik farklılıklarımızı belirtir. Toplumsal cinsiyetise, biyolojik olarak farklı olmamızın toplumsal etkisi ile ilgilidir.

Çocuğa erkek olduğu için mavi giydirmek, kız olduğu için pembe sevdirmeye çalışmak; toplumun onlardan istediği ve beklediği insan olabilmesi için yaptığımız ve fark etmeden beslediğimiz toplumsal cinsiyet uzantılarıdır. Kız çocuğunuz saçlarını kısa kestirmek, pantolon giymek ya da futbol oynamak isteyebilir; veya erkek çocuğunuz sizden oyuncak bebek almanızı isteyebilir ya da saçlarını uzatmak isteyebilir. Fakat tüm bunları reddetmeye ve çocuğumuzu “olması gerektiği gibi” büyütmeye dair bir dürtümüz varsa; toplumsal cinsiyetin ne kadar etkin bir kavram olduğunu kaçırıyor olabiliriz. Aslında sebep şudur; cinsiyet (sex) tamamen biyolojiktir; yani doğuştan gelen ve genetiğinizle ilgili olandır. Fakat toplumsal cinsiyet (gender), “maskülen” (erkeksi) ve “feminen” (kadınsı) kavramları ile dolaşır aramızda.

Penis ile doğan bir bebeğin büyüdükçe maskülen olması, vulvası olan bir bebeğin büyüdükçe feminen olması beklenir. Eğer bu kavramları değiştirmeye çalışırsanız, dünya üzerindeki birçok toplumda aşağılanma, dışlanma veya reddedilme ile karşı karşıya kalırsınız. Ekonomik, sosyal, hukuksal ve cinsel açıdan yaşadığımız bu sorunlara toplumsal cinsiyet ayrımcılığı denir.

İşyerinizde sizinle aynı işi yapmasına rağmen bir erkeğin sizden daha fazla maaş alması, çocuğu beraber yapmanıza rağmen bütün bakımın sizin üstünüze yığılması, evde yemek, çamaşır, bulaşık üçlüsü arasında mekik dokumanızın beklenmesidir. Hanımefendi, sessiz, öyle her şeye karşı çıkmayan, alttan alan, mümkünse her söyleneni “hoşgörü” ile karşılaması beklenen; hatta kahkaha atmasına bile laf edilen bir kadın olmaktır. Bazen de ağlaması ayıplanmış erkek, duygularını saklaması gereken; sert, “güçlü”, her an bir tehlikeye karşı tetikte bulunması gereken… Evde eşine yardım etse bile insanlardan saklayan; ya da ev işlerini “yapmaması gerektiği için” hiç öğrenmemiş; babalar çocuğunu şımartmaz deyip çocuğuna içinden geldiği gibi sevgi gösteremeyen erkekler… Toplumunun bizlerden bekledikleri, cinsiyetimize göre belirlenmiştir. Lakin bizler üreme organlarımızdan ibaret değiliz.

Üreme organımız, bizim cinsiyet kimliğimizi ve cinsel yönelimimizi belirlemede yetersiz kalır. Toplumsal cinsiyet normlarına göre vulvanız varsa bir erkek ile, penisiniz varsa bir kadın ile birlikte olmanız gerekir. Fakat böyle bir beklenti tamamen yanlıştır. Çünkü cinsel organlarımız biyolojik olarak, “doğduğumuzda” cinsiyetimizin ne olduğunu söyleyebilir, ancak cinsiyet kimliğimizive cinsel yönelimimizibelirlemede etkisi yoktur. Cinsiyet kimliği, kişinin doğduğunda genital organına bakılarak atanmış olan cinsiyetinden ziyade, kişinin kendisine atadığı cinsiyet tanımıdır, kişinin hangi cinsiyette hissettiği ile ilgilidir. Cinsel yönelimise, bireyin cinsel ve/veya romantik yönelimidir. Yani üreme organımızın bu kavramları belirlemedeki yetersizliğini anlayabilirsek, toplumsal cinsiyetin ne demek olduğunu çok daha iyi bir şekilde kavrayabiliriz.

Toplumsal cinsiyet algısı, bebeğin ilk doğduğu yerde başlar; büyüdükçe evde, sokakta, okulda devam eder ve bireye işlenir. Bu kavramın toplumsal bir kavram olduğunu ve iktidar-hiyerarşi ilişkileri çerçevesinde erkek egemenliğine hizmet ettiğini anlamamız zor değildir.

Bunu anlamış kadınlar ve erkekler olarak, kendimizi olduğumuz haliyle hayatın içerisinde var etmeli; kabul etmediğimiz ve toplumsal cinsiyet kodlarının üzerimize yığdığı hiçbir “görevi” yapmak zorunda da olmadığımızı hatırlamalıyız. Bunu bedenimize ve ruhumuza; var oluşumuza borçluyuz.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER YAZILAR

Menstrual Döngülerimizle Uyumlu Yaşamak

Menstrual Döngülerimizle Uyumlu Yaşamak

Kadınlar doğaları gereği değişken varlıklar. Döngülerimiz (adı üstünde 'döngü') de statik hayatlar yaşamadığımızın bir kanıtı aslında. Döngüler hayatımızı statik yerine dinamik bir şekilde yaşamamızı ve döngülerimizin her çeyreğinde farklı ve saklı olan feminen gücümüzün hediyelerini araştırmamızı talep ediyor.

Doğum Sonrası İçin Haklar Kılavuzu

Doğum Sonrası İçin Haklar Kılavuzu

Gebelik de doğum da, Türkiye gibi ülkelerde son derece medikalize edilen ve her halükarda birer patoloji muamelesi gören durumlar. Her vaka için böyle olmasına gerek var mı? Gebelere “hasta” muamelesi yapılması yaşadığımız çağın sonucu. Oysa belki de hayatın en doğal karşılamalarından birine muhatabız.

Alternatif Menstrual Ürünler

Alternatif Menstrual Ürünler

Rahmi olan bir kişinin her ay 5 gün regl olduğunu varsayarsak; yılda 60 gün kanama geçirdiğini söyleyebiliriz. Bu süre ilk regl olmaya başlanan zamandan menopoz oluncaya kadar geçen süre için düşünüldüğünde bir hayli uzuyor.

 
#
Tamam